Genç Greyfurt ve Turunç aralarında konuşuyorlardı...

Turunç, Greyfurt’a bir şeyler söylüyor hemen yan komşusu yeni açmış “beyaz portakal çiçeği” bu hararetli seslere kulak kabartıyor ne olduğunu tam olarak anlayamadığı bu sesi anlamaya çalışıyor, bunu yaparken artan bir merakla kabına sığmaz bir telaş yaşıyordu.

Bir ara Turunç’un ; “uzaktan akrabamız limon çiçeği bahçelerini uçsuz bucaksız yaşam alanlarından söküp yerlerine lüks rezidanslar yapmışlar” sözünü yarım yamalak duyar gibi olmuştu.

Başından kaynar sular dökülmüştü genç portakal çiçeğinin... Benzer şeyler kendileri içinde daha önceleri söylenmişti. Makus talihleri acaba kendilerine de mi aynı son hazırlayacaktı... Bir an bunu düşündü…

Yok artık dedi içinden… İnsanlar kendi yaşam alanlarını yok edecek, tarım alanlarının gittikçe kendini kuraklığın belirtilerine bıraktığı bir gelecekte buna cesaret edemez ki diye düşündü bir an…  Düşündüğü şeyi yaşama ihtimali karşısında Turunç’un söyledikleri daha da telaşlandırmıştı beyaz portakal çiçeğini…

Zira insanoğlunun “bahşedilen nimetleri ihtiyaçları oranında tüketmek yerine tıpkı metastaz yapmış bir kanser hücresi gibi büyümek için büyümek” ihtirasını idrak edememiş, aklına getirememişti...

Kendi kendine neden kar taneleri gibi saf ve temiz olamıyor insanoğlu dedi içinden buğulanmış gözleriyle iç çekerek…

Bu zalimliğe kıyasla kar taneleri belki bizim çiçeklerimizi bir başka bahar için öldürür ancak insanlar gibi bedenimizi yok edecek kadar kimse zarar veremez diye düşündü…  

Temizliği ve tevazusuyla  kar taneleri insanoğluna neden örnek olmaz diye düşündü. Zira kar taneleri yağarken nefes almayı, birlikte yürüdükleri yollarda birbirine zarar vermeden  yol almayı öğretir dedi içinden kendi kendine …

Portakal çiçeği bunları düşünürken komşusu anne köstebek, yavrularına kemirmek için bir şeyler bulmak gayretiyle yuvasından dışarıya çıktığında başına ileride neler geleceğinden habersiz  arılara bal, güzel kokusuyla insanlara cenneti yaşatan portakal çiçeğinin hiç tanık olmadığı bu hüzünlü halini görünce dayanamadı sordu:  Komşum portakal çiçeği nedir bu hüzünlü bir o kadarda  karamsar halin?..

Beyaz portakal çiçeği : "Vicdan yorgun düştü mü zulüm paçadan akarmış” dedi içten sitem ederek…

Biz kökten sökülmüş bedenimizle yok olursak benzer akıbeti sende yaşayacaksın dedi iç çekerek... Sen yavruların için yeni yuvalar yeni yaşam alanları bulabilecek misin? dedi sessiz hıçkırıklarla…

O an anne köstebeğin gözünün önüne yetim üç küçük yavrusu geldi. Toprakla irtibatlarını kesen beton yığınlarının taş parkelerle örülmüş caddelerin yaşam alanlarını nasıl yok edeceğini düşündü bir an büyük bir korku tarifi imkansız bir acıyla…

Nedir? dedi bu insanların bizlerle birlikte kendi yaşam alanlarını yok etme hırsı…  Bir an insanlar karşısındaki sistematik sahipsizliklerini düşündü beyaz portakal çiçeği ve anne köstebek…

Ve bu duygulardan beslenen sistematik hayal kırıklıklarını vurdular insanoğlunun o arlanmaz bir o kadarda arsız suretine…

Neden insanlar verimli topraklardan kendilerine verdiklerimize saygı duymak onu korumak yerine oralarda betondan barınaklar yaparlar diye düşündüler…

İşte dağ yamaçlarındaki ot bitmez çorak ve kuru araziler, barınak alanları yapılacaksa neden buralara yapılmaz nefes veren nefes alanlarını neden talan eder yağmalar adı insan olan bu haramiler diye hayıflandılar…

Kendilerine bahşedilmedikleri için anlayamadıkları şey bu tarifi imkansız hırs, kontrol edilemez bencillik ve konforlu yaşamak uğruna insan fıtratına bahşedilmiş yaşamları yok etme duygusuydu…

Beyaz portakal çiçeği ve anne köstebeğin yaşadığı bu duygu sağanağını bugün bende yaşıyorum. Portakal bahçelerinin önünden geçerken hissettiğim o tarifi imkansız rehayı bir daha hissedememekten, Mersin’imizle özdeş bu güzelliklerin yok edilerek beyaz portakal çiçeklerini bir daha içime çekememekten korkuyorum.

Tüm bunlar ortadayken asırlardır süregelen bu habis duygularımızla, yaşam alanlarımıza doğa anaya hürmeti bugün adeta çarmıha gererken para kazanmak hırsıyla vahşi kapitalizmin bu kirli zemininde yol yürümeye, yürüdüğümüz bu amaçsız güzergahta doğayı kıyıma, katle devam ediyoruz.

Oysa biliyoruz ki, turunç, limon, greyfurt, beyaz portakal çiçekleri kokan ve  köstebeklerin yavrularıyla oynaşarak  bize sundukları yaşam alanları taş binalardan devasa gökdelenlerden daha kıymetlidir. Bu kıymetlerden yoksun metropollerde büyük kentlerde yaşamak, aslında yapay suni bir varoluştan öte nedir ki?

Portakal bahçelerini yok edişimizden önce dokunarak hissettiğimiz, ayaklarımızın altındaki betondan üretilmiş taş parkelerden toprağı, yağan yağmurdan sonra toprağın o buram buram  kokusunu bugün belki azda olsa hissedebiliyoruz bu kıyımla gelecekte hissedebilecek miyiz? Yarınlarda bunları hiçbir zaman hissedememek içimizi acıtmayacak mı?

Hemen dünle bugünü mukayese ettiğimizde o günkü o portakal çiçeği kokuları yerine bugün yerlerinden sökülerek üzerine dikilen pahalı rezidansların hemen bitişiğindeki çöp konteynırlarındaki çöp kokularından başka neyi  hissedebiliyoruz bunu idrak edebiliyor muyuz?

Dün yeşil giysisi içindeki beyaz dekoltesiyle bizi mest eden üzerine konan arıların uçan böceklerin sanki bir orkestra uyumundaki essiz nağmelerini dinlerken hatırladığımız anılarımızdaki portakal çiçeklerinin yerini şimdilerde üzerindeki yeşil giysisi içindeki beyaz dekoltesi parçalanarak çırılçıplak bırakılmış o uçsuz bucaksız portakal bahçelerinin yerine, utanırcasına kendisini saklamaya çalışan arazi parçaları üzerinde yükselttiğimiz devasa gökdelenlerimiz, ruhsuz bedenimizi hapsettiğimiz pahalı rezidanslarımız “beyaz portakal çiçeğinin isyankar gözyaşları” karşısında bizi her zamankinden daha mı mutlu edecek?

Veya anılarımızın o uçsuz bucaksız portakal bahçelerinin yok edilmesiyle tarumar edilmiş yuvalarından geriye yetim yavrularıyla bir başına kalmış  “anne köstebeğin hıçkırıklarına kulaklarımızı kapatıp bu sessiz çığlıklarını” duymazdan mı geleceğiz?