AK Parti,  Refah Partisinden mitozlanarak çıktı. Koşullar ve konjonktür uygundu. İlk seçimde 2001 ekonomik krizinin de etkisiyle hemen hemen her kesimden oy alarak %34.6 ile iktidar oldu. Her seçimde oyunu arttırdı. Hiç kimse üstelik müesses nizamın tüm kudretine, muktedir ve tahakkümüne rağmen uzun süre iktidarda kalabileceğini hayal dahi edemedi.

Ama oldu. Düşünceleri, yorumları, beklentileri kısacası tüm dengeleri alt üst etti. Müesses nizamın bütün karşı çıkma çabalarına rağmen tüm ezberleri bozdu. Darbe planlarına,e-muhtıralara, birçok tasfiye planlamalarına  rağmen alaşağı edilemediği gibi böyle bir planın parçası olanları demokratik zeminde sabırla inatla dize getirdi. Türk siyasal tarihinden sildi.

Çünkü Erdoğan sıradan bir lider değildi. O’nun ömrü mücadeleyle geçmiş, konjoktüre göre düşünenlerin, bu kesimi hep “ülkenin zencileri” olarak lanse ettiği bir dönemde dahi koşullara göre kalıba girmediği gibi inandığı hiçbir şeyden ödün  vermeyeceğine taraflı tarafsız bu millet, tarih önünde şahitlik etti.

Bu günlerde tüm bu süreçlerin içinde olmuş AK Parti’de, Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık, Başbakan Yardımcılığı ve hatta Cumhurbaşkanlığı gibi kendilerinin dahi hayal edemeyeceği üst görevler bahşedilmiş bir kısım eski AK Parti kurucularının sözde bahanelerle eli kulağında yeni bir partileşme çabası ile yakın zamanda  iki prematüre partinin doğumuna tanıklık etme arifesindeyiz.

Bunların kim olduğuna baktığımızda AK Parti’nin kuruluş felsefesinin kadrolarını işgal eden  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2007 yılında cumhurbaşkanlığına giden yolda kardeşim diye hitap ettiği perde gerisindeki Abdullah Gül ve yıllarca ülke ekonomisini, dış işlerini ve Başbakan Yardımcılığını emanet ettiği Ali Babacan ikilisi diğeri ise bir üniversitede sıradan bir akademisyen iken alıp getirdiği Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık görevlerini tevdi ettiği  Ahmet Davutoğlu olduğunu görüyoruz.

Bu kesimlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı yeni bir oluşumu dizayn ederken kamuoyuna lanse ettikleri trajikomik sözde bahane  ise “demokrasinin, özgürlüklerin askıya alınması, halktan uzaklaşılması”  gibi kısaca “partinin fabrika ayarlarından sapması” veya “kuruluş felsefesinin” gerçeklerinden uzaklaşılması gibi kısaca partinin, benim  tabirimle “siyasal dispne” yani “solunum güçlüğü” yaşıyor savına dayandırılıyor  olması.

Oysa son 8 yıldır dünyanın gerçeklerine bakıldığında bu gün bu söylemlerin; 2002-2012’li yılları kapsayan koşullardan çok uzak,  ateş çemberindeki coğrafyamız terör devleti tehdidi altında,   bu oluşumları kullanırken uluslararası hukuk tanımayan, çıkar odaklı  nefes alabilen haydut devletler güruhu  düşünüldüğünde bu konjonktüre göre “fabrika ayarları, kuruluş felsefesi” gibi dostlar alışverişte görsün tarzındaki bu tür söylemlerin, ne kadar sığ ve sıradan bir söylem olduğu ortada iken tüm bunlar gerçekmiş gibi bu millete dayatmaya çalışmak bu milletin  aklıyla alay etmekle eşdeğer olduğunu bilmek gerekiyor.

Örneğin olaylara Cumhurbaşkanı Erdoğan kadrajından bakacak olursak; 15 Temmuz gibi bir kırılma noktası, Suriye’nin kuzey koridorunda PKK/PYD menşeli bir devlet zorlaması, savunma amaçlı alınan S-400, Doğu Akdeniz’in enerji potansiyeli ele geçirmek için hukuksuzda olsa tüm dünya neredeyse orada iken, hakkı olduğu halde tecrit edilmeye çalışılan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ödünsüz savunma potansiyeli,  AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, “öldürmeyen güçlendirir” tezi ile yaşadıkları öyle güçlü hale getirdi ki;  pespaye dünya düzenini yerden yere vuran ve dünya mazlumlarının  umudu olan  lider Erdoğan’ın  gönüllere nakşedilmiş resmini yüreklerden kazıyabilmek her babayiğidin harcı olmadığı gibi parti kurma çabası içinde olup, iktidar rüyasına yatanlarında buna ne güçlerinin yetmeyeceği de ortada.

Olsa olsa  partiyi iktidara taşıyacak bir siyasal figür karakteri dahi olmayan bu yeni partilerin, iktidar olmaktan ziyade en fazla yapabilecekleri şey AK Parti ve diğer sağ-sol partilerden  kopartacağı küçükte olsa bir kısım oyla yeni cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde  2018 seçiminde aldığı % 52’yi deforme edip Cumhurbaşkanı Erdoğan’a vurarak siyasal bir türbülans yaşatmak, haksızlığa, hukuksuzluğa ve zalimliğe baş kaldıran  konumunu, dünyanın aşağılık düzeninin kurgulayıcılarına sorgulatmak, iç hesabın ise yeni hükümet sisteminin mecbur bıraktığı ittifaklar düzleminden pay kapma yarışı yanında en azından yakın zamanda olmasa bile gelecekte Erdoğan döneminden sonra iktidar yarışına namzet olabileceğini göstermek gibi görünüyor.

Bunları söylerken Ahmed Arif’in: "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem! / Ocakta küllenmiş közüm, yüreğimde sözüm var haldan bilene…"  dizelerindeki ifadesi geliyor aklıma. 

İçeriden, dışarıdan vuran vurana…  Dünya tamda çullanmışken iyi bir fırsat! Sizde vurun!  Vurun ki tarih yeni Brütüsler  tanısın!