“Herkes kendini yaşasa yeryüzü insanla dolardı.”
Fikret Ürgün’ün (Edebiyatımızda önemli bir yeri olan ama gereken bilinirliği olmayan) şu seslenişi ne kadar önemli değil mi. Sınırsız bir potansiyelle yaşama merhaba diyoruz. Ardından pek tabii ki geçmişimizden gelen bazı aktarımlar, bulunduğumuz topluma ait kültür, aldığımız eğitim ve ebeveynlerimizin yönlendirmeleriyle potansiyelimizi yavaş yavaş kaybedip, dikte edilen, öğretilenle yetinmeye ve bunları mutlak doğru olarak görüp buna uygun yaşamaya başlıyoruz.
Günlük koşturmalar içinde durup düşünmeye, sormaya ve cevaplar aramaya çalıştığımda en korktuğum sorulardan birisi “ben kimim ve kendi potansiyelimi hayata yansıtabiliyor muyum?” oluyor. Öyle ki, bunu sorguladığım andan itibaren eksik, yanlış yanlarımı görüp farkına vararak zamanla değişebileceğimi bilsem de hiç farkına varamadığım ve giriş bölümünde anlattığım dayatmalarla “benim gerçeğim haline gelmiş” ama bana dikte edildiğinden dolayı kabullendiğimi dahi fark edemediğim konuların varlığı bu korkumu arttırıyor.
Toplumsal kültürümüzün bize dayattıklarını farkında bile olmadan yaptığımız, karakterimiz ve yaşamsal davranış haline getirdiğimiz pek çok eylemin gerçekte bizi yansıtıp yansıtmadığına baktığımızda, Fikret Ürgüp’ün ne dediğini daha iyi anlayabiliriz.
Birçoğumuz yaşam boyu başkalarının ne diyeceğine, cinsiyetimize uyup uymadığına (özellikle bizim toplumumuzda) aile yapımızda nasıl karşılanacağına, kendi isteğimizden çok toplumun bunu nasıl değerlendireceğine bakarak yaşamıyor muyuz? Bunun dışında davrananları uyumsuz, farklı olarak değerlendirip deli damgası vurmuyor muyuz?
Ne yazık ki bunlar fazlasıyla yaşanıyor. Herkes bunun farkındayken, gençlik çağında büyük bir çoğunluk bundan şikayet ederken, yavaş yavaş zehirlenen bir canlı gibi yaşı ilerledikçe bu durumu bizatihi uygulayan bireyler haline geliyorlar.
Toplum bizden genel yaşama ve sözsüz anlaşmalara uyum göstermemizi bekliyor. Kendi yaşamınızın “yaşanmamış” olmasına falan bakmadan genel anlayış, dini bakış açısı ve beklentiler hangi yöndeyse buna uygun “iyi bir birey” olmanızı istiyor. Sizin bugün gösterdiğiniz karşı çıkışları geçmişte yapmış olan ebeveynleriniz “hayatın gerçeklerini” önünüze sürüp, hayallerinizin değil, gerçeklikleri karşılayacak eylemlerin peşinde koşmanızı istiyor. Küçük yaşta çocuklarımızın dahi “hayal kurma” yetileri örseleniyor, ellerinden alınıyor. Hayal kurmayan bireyin kabul edilmiş çaresizlikler dışında bir gerçeği, bunun dışında yaşamı olabilir mi. Kendisini yaşamayan, ona biçilmiş rolleri ve hayatın dayatmalarını kabullenerek günü geçiren insanların üretici, paylaşımcı, etrafına pozitif katkı sağlayan birey olma ihtimali var mı? Hayal kurmayan bir toplumun devamlılığı, sağlıklı bir yapıyı sürdürmesi olanak dışıdır.
Teknolojik imkanların akıl almaz hızla artığı dönemde, her gelen neslin bir öncekinden daha mutsuz ve (acı ki) daha umutsuz olması gerçeğini hepimiz görüyoruz. Bunda hayat şartlarının ağırlaşması kadar, kendisi olmasına izin verilmeyen bireylerin zamanla yaşama dair duyarsızlaşması, kendisini değersiz hissetmesi de etken.
Yönetsel bazda sadece ekonomik verilere dikkat edilirken, sosyal açıdan nasıl bir çukura yuvarlandığımız umursanmıyor. Eğitim politikalarımız ve sistemimiz de bunu tetikliyor. Oysa eğitimin gerçek amacı bilgileri akla yerleştirmek değil, uyandırmak olmalı. Bizde, varsa yoksa gençlerin topluma uyum göstermesi, farklı davranmaması bekleniyor. Krishnamurti’nin şu seslenişi ne kadar önemli: “Derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak sağlık ölçütü değildir.”
Peki sadece topluma uyum sağlamıyor olmak yeterli mi? Elbette ki hayır. Her uyumsuz kendisini yaşar diye bir kural yok. Önemli olan ne istediğimizin, kim olduğumuzun, bunları neden istediğimizin bilincinde olmak. Başkalarının eleştirilerini dikkate alacak kadar bilinçli ama kendi kararımızı (egomuza kapılmadan) alacak kadar kendimiz olabilmek.
Sabah yukarıdaki satırları yazdıktan sonra ara vermiştim. Tekrar yazmaya başlamadan o üzücü haberi aldım. Doğan Cüceloğlu vefat etmiş. Ne büyük bir kayıp. Toplumumuzun aksayan yönlerini gösteren, birey ve toplum olarak farkındalıkla hareket edebilmemiz için nerdeyse ömrünü bu topluma adamış Cüceloğlu’nun “Gerçek Özgürlük” kitabından bize yaptığı hatırlatmasıyla bitireyim.
Edward Estlin Cummings der ki, “Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez…”
Seni çok özleyeceğiz Doğan Cüceloğlu.